Sunday, December 8, 2019

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE MEDYADA HABER FOTOĞRAFÇILIĞI



KEMAL BATUR İLE YENİ MEDYADA
HABER FOTOĞRAFÇILIĞI

Gazeteci Kemal Batur 2003 yılında II. Körfez Savaşı ile Irak'ın işgalini bir haberci olarak izledi. Orta doğu coğrafyasının bitmek bilmeyen kanlı günlerinin bir kesitine tanıklık etti, olanı biteni kayıt altına aldı. Bu kayıtlar, kuzey cephesinde (Musul, Kerkük, Süleymaniye) altmış iki günlük politik, diplomatik süreçler ile birlikte sıcak savaşı da irdelemektedir...
Musul Yanıyorken (Haberciler Ateş Altında) kitabı, genel olarak savaşın yıkıcılığı, zor yolu ile rejim değişikliğinin anlatımı iken özel olarak gazetecilerin basın aracının Musul'da, Baas milislerince silahlı saldırıya uğradığı anın belgesidir.
Kitabın içeriği bir habercilik belgesi olmakla birlikte, günümüzde Irak'ta ve özellikle Kerkük ve Musul'da yaşananların ne olduğunun ipuçlarını da barındıran bir çalışmadır.

Kemal Batur bu zorlu habercilik yolculuğunda dolayı, Habertürk TV tarafından 2003 yılında düzenlenen "Hande Mumcu" yılın basın cesaret ödülüne de layık görülmüştür.
90




      
etmektedir.
 



Kemal batur kİmdİr?
1972 yılında Bingöl merkeze bağlı Gözeler köyünde doğdu. İlkokulu burada okudu.ardından bingöl merkez ortaokulundan mezun oldu.lise eğitimini malatya yeşiltepe lisesinde tamamladı.1989-1990 öğretim döneminde marmara üniversitesi iletişim fakültesi radyo televizyon ve sinema bölümünü kazandı.1990 yılında henüz üniversite birinci sınıfta iken sabah gazetesinde gece muhabiri olarak çalışmaya başladı.sırası ile sabah, atv, kanal d, star tv, ntv ve flaş tv’de muhabir ve kameraman olarak çalıştı.2003 yılında abd’nin ırak işgalini sky türk televizyonu adına izlerken musul’da araçları tarandı.olayda mucize eseri can kaybı olmazken kemal batur elinden, mesut gengeç başından yaralandı.kemal batur 1994 yılından itibaren ortadoğu’da habercilik yapmaktadır.Türkiye, İran, Irak, suriye, lübnan, azerbaycan, kıbrıs ve Libya’da ki çeşitli haberleri yerinden izlemiştir.gazetecilik yaşamına freelance gazeteci olarak devam etmektedir.




Fotoğrafın başlangıcı
  Camera Obscura: Bir odanın ya da bir kutunun içine küçük bir delikten giren ışık; görüntüyü ters olarak içerdeki duvara yansıtır. Dışardaki görüntü ters olarak içerdeki kutu yada odanın duvarında oluşur. Ortaçağda, Irak’lı optik bilimcisi, Basra’lı El-Hasan (965-1038); güneş tutulmasını incelemek amacıyla Camera Obscura düzeneğine uygun bir kutu tasarlamış ve incelemesini bu kutu yardımıyla yapmıştır. Tarihteki bilinen ilk ve en ilkel fotoğraf makinesi olma özelliğini taşıyan bu kutu yüzyıllar sonra ortaçağ araştırmacı ve felsefecisi İngiliz

Roger Bacon’ın El-Hasan’a ait elyazmalarını bulup incelemesiyle Avrupa’ya taşınmıştır. Kimi kaynaklara göre 1214 kimi kaynaklara göre ise 1220 de doğup 1292 ye kadar yaşayan ünlü filozof Bacon hem ülkesi İngiltere de hem de tüm dünyada tanınmıştır. Onun elyazmalarıyla ayrıntılı biçimde tarif ettiği bu kutuyla ; 1420'li yıllarda Filippo Brunelleschi, daha sonraları da 1460-1472 döneminde İtalyan Leon Battista Alberti ve Leonardo da Vinci (1452-1519) de ilgilenmiş ve bu “Karanlık Kutu”dan yararlanarak cisimlerin görüntülerini yansıtmayı başarmışlardır. Giovanni Battista Della Porta (1538-1615) "Magiea Naturalis Libri IV" adlı eserinde “Karanlık Kutu”yu etraflıca anlatmıştır ve bu yüzden “Karanlık Kutu”nun ilk mucidi sayılır.
     1827 yılında Jacques Louis Daguerre' (1787-1851), Niepce’ye bir mektup gönderir. Daguerre özetle; aynı konuyla ilgilenip benzer deney ve çalışmaları bulunduğunu, ve bilgi paylaşımı içinde olmak istediğini iletmektedir. 1829 yılında ortak olmaya karar verirler. Gümüş iyodür üzerinde yoğunlaşıp çalışmalarına birlikte devam ederler. Ancak Niepce’nin 1833 yılındaki ölümüyle çalışmalarına tek başına devam eder. 
Daguerre, 1835 yılında yaptığı bir deneyde, civa buharı tuttuğu, gümüş iyodürle kaplı levhanın etkileştiğini gözlemledi. Karşılaştığı en önemli problem, pozlama süresinin uzunluğuydu ve bu sorunu da ancak 1837 yılında gümüş iyodürü deniz tuzu içerisinde eriterek pozlama süresini kısaltmayı başardı. Artık bakır bir levhayı gümüşle kaplıyor, ardından.gümüşlü tarafı iyot buharına tutarak gümüş iyodür meydana getiriyor ve Camera Obscura içinde de ışığa duyarlı bir hale gelmesini sağlıyordu. Daguerreotype diye isimlendirilen bu görüntülüme tekniğinde, özellikle detayları kaydetme kalitesindeki başarı çok etkileyiciydi. 1839 yılının 7 ocak günü, Jacques Louis Daguerre, bu buluşunu Fransız Bilim Akademisine sundu. 
Ve “FOTOĞRAF” 19 Ağustos 1839'da Fransız Bilimler Akademisinden Arago’nun yaptığı açıklamayla, resmen tüm dünyaya ilan edildi. Çeşitli gelişmeler ile makinelerin değişimiyle beraber günümüz dijital makinelerine geçiş yaptık. Bu süreçte fotoğraf yalnızca anı durdurmaktan çıkmış toplumsal sürece dahil olmuştur.
Fotoğrafın Sosyoloji ile ilişkisi
     Fotoğraf sanatı ile sosyoloji bilimi birbirinden ayrı konular olsalar da fotoğrafın bulunuşu ile sosyoloji kavramının adının konması aynı dönemlere rastlar. John Berger, 1839 yılında fotoğraf makinesini icat ettiği sırada sosyolojinin pozitivisti olarak bildiğimiz August Comte’un Pozitif Felsefeye Giriş kitabını tamamlamakta olduğu bilinen bir gerçektir. Fotoğrafın mucidi olarak bilinen Niepce’in Daguerre ile, Sosyolojinin ağababası olarak bilinen Saint Simon’un da August Comte ile birlikte çalışmaları vardır. Bu şen ortakları ayıran özellik Simon ile Comte’un anlaşmazlığı, Niepce ile Daguerre ikilisinden Nicepce’in 1832 yılında ölümü olmuştur. Yani fotoğraf ve sosyoloji birlikte dünyaya gelip birbirlerine yakın bir kaderi paylaşmışlar diyebiliriz.
     Sosyolojinin ortaya çıkış iddiası ile fotoğrafın iddiası farklıdır. Fakat sosyoloji küçüldükçe fotoğraf büyümüştür. Bu ters orantılı ilişkide en büyük pay sanayi kapitalizmidir. Endüstriyel kapitalizm sosyolojiyi parçalayıp küçültürken, fotoğrafı parçalayıp etkisini büyütmüştür.
     Fotoğrafın büyümesindeki en büyük nedenlerden birisi, fotoğraf makinesinin teknik gelişiminin oldukça hızlı ilerleyişidir. Toplumların tüketim hızı artıkça fotoğraf makinesinin teknik olanakları çoğalmış ve ilk günlerin ağır, hantal makinelerinin yerini hafif ve hızlı makineler almıştır. Gelişmiş fotoğraf makineleri, daha çok görüntüyü daha hızlı bir şekilde yayar. Ama kitle kültürü bu görüntüleri kendi içinde eritmeyi başarır. Böylece hiçbir işe yaramayan birçok görüntüden dağ gibi bir çöplük oluşur. 
Yirminci yüzyılın en büyük icadı olan internetle birlikte fotoğrafın etkisi daha da büyümüştür. Ama bu büyüme çift yönlüdür. Çünkü internetle bir yandan diğer kitle iletişim araçlarında bulunmayan birçok imgeye rastlanırken bir yandan da imgelerin tüketimi arttırıcı etkisi daha da yaygınlık kazanmaktadır. 
Fotoğrafın bu denli hızlı ve kontrolsüz gelişmesi fotoğraf sanatına ilgi duyan tüketim toplumlarını kötü biçimde etkilemiştir. Artık fotoğraf makinesi sosyal statü sağlayan bir meta haline gelmiştir. Fotoğrafçılık, toplumda popüler olmaya giden en kısa yol olarak görülüyor. İnsanların kalabalık olduğu alışveriş merkezleri, meydanlar gibi kamu alanlarında boynuna astığı fotoğraf makinesiyle ‘sanatçı’ edasında kendisine yöneltilecek gazeteci misiniz, fotoğrafçı mısınız sorularına muhatap olmayı bekler halde ortalıkta dolaşıyor.
     Yani büyüyen fotoğraf olup küçülen sosyoloji olmuştur. Bu olaydaki en büyük nedenlerden biri de kültürel gecikmenin bireyler üzerindeki çok yönlü etkisidir.

Bir propaganda malzemesi olarak ‘fotoğraf’: Naziler tarafından kullanıldı
 











     Fotoğraf kitle iletişim araçların genellikle bir çoğunda kullanılan kitleleri çeşitli alanlarla ulaşabilen bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır.
 Fotoğraf icadından bu yana kadar fotoğraf ülkelerin siyasi ideolojilerini halka yansıtmada en etkili araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarihi dönemlere baktığımızda fotoğraf siyasal ideolojinin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Almanya da gelişen Nazi propagandası, Sovyet Rusya’sından gelişen Lenin sosyalist ideolojinin en etkili silahı fotoğraf olarak bilinmektedir.
     Fotoğraf mevcut siyasal ideoloji desteklemek için gazetelerde, dergiler teknolojinin gelişmesiyle de sosyal medya alanından oldukça yoğun kullanılmaktadır. Siyasi gücü, ideolojiyi kendi halkına ve rekabet ettiği ülkelere göstermeye çalışmaktadır. Teknolojinin gelişmesiyle kitle iletişim araçlarının çeşitlenip hızlı ulaşması dijital savaşları da medyana getirmiştir. Dünya siyasetine konu olan durum yazılara değil görsel boyutlara taşınmıştır.  Propaganda aracı olarak fotoğrafın yazılardan daha etkili, gören kişiler için daha akılda kalıcı ve anlam yoğunluğu fazla olduğu bilinmektedir.

Fotoğrafın en etkili olduğu dönem: Vietnam Savaşı



Vietnam, Kuzey ve Güney olarak ayrılmaya başlamıştı. Kuzey Vietnam komünist rejimine yakın olduğundan ve güneyi zorlamaya başlayınca Amerika, komünizmin yayılmasından endişelenerek Güney Vietnam’ın tarafını tutmuştur. Hep destek tam destek diyerekten de Amerika Vietnam’daki birliklerinin saysını artırmıştır. Ne zaman ki Kuzey Vietnam güçleri Amerikan üslerine saldırmaya başladı, Amerika da havadan bomba yağdırmaya başladı. Kısa bir süre sonra Amerika, Viet Kongluların ( Güney Vietnam’daki Komünist Gerillalar) bu şekilde durdurulamayacağını anlayarak, Amerikalılara yabancı ama Vietnamlıların doğal ortamı olan ormanlara dalıp Cu Chi Tünellerinin varlığından habersiz gerilla savaşına başlamıştır. Gün boyu süren bombardımanlarla yerin altındaki tünellerde saklanan Viet Konglular, bombardımanların gece durması ile Cu Chi Tünellerini elleri ile kazmaya devam ediyorlardı…Yerin altındaki yüzlerce kilometre uzunluğundaki Cu Chi Tünellerinden çıkan Viet Kongluların saldırıları karşısında yetersiz kalan Amerika, Viet Kongluların kazdıkları tünellerin üstündeki ormanlara gerilla, köylü ayrımına girmeden zehirli Portakal Gazı sıkmaya başlamıştır.
Her ne kadar işgal uzun sürmese de savaşın en önemli boyutu savaş gazetecileri ve fotoğrafçılarının haberleri ve görüntüleri batıya ulaştırması ile bütün milletler ayağa kalkar, en başta da 485Bin kayıp veren Amerikalılar.
Avrupa’dan Güney Amerika’ya milletler, topluluklar, başkanlar, öğrenciler… herkes protesto etmeye başlar. Beyaz Saray’ın zafer açıklamaları da bu fotoğraf ve belgelerle yalanlanmış oldu. İnsanı canavarlaştıran bu savaştan fotoğraflar Vietnam Savaş müzesinde tüm açıklığı ile sergilenmektedir…kesik başı elinde tutup fotoğraf çektiren, kafatasını tankına asan, tutsakları canlı canlı helikopterden ailelerinin gözü önünde aşağı atan askerler ve daha fazlası…
 
 Yazılı basın dönemi: 1990’LAr
Turgut Özal’ın Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığını kapsayan 10 yıllık döneme, ekonomide dışa açılma ve liberalleşme hareketleri ile Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki terör eylemleri damgasını vurdu. Bu dönemde yüzlerce gazeteci hakkında dava açılmış, binlerce yıl hapis istenmiş, sayısız gazete ve dergi yasaklanmış, yüzlerce kitap toplatılmıştır. Türk basınında araştırmacı gazeteciliğin öncüsü Uğur Mumcu ile Hürriyet gazetesi yazarı Çetin Emeç, karanlık güçlerce öldürülmüşlerdir. 1984’ten sonra “devletin güvenliğini zedeleyici yayın yapanlarla” ilgili davalar Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde görülmeye başlanmıştır. Gazeteciler Cemiyeti’nin raporlarına göre 1991 yılının ilk 11 aylık döneminde gazeteler ve gazeteciler hakkında 73 dava açıldı. 1991 yılında 77 gazete ve dergi toplatıldı. Toplatılma gerekçesi genellikle, “bölücülük ve sınıf farkı yaratma” oldu. Basın Konseyi’nin aynı yıl için hazırladığı raporda ise 21 olayda 44 gazetecinin saldırıya uğradığı belirlendi. 1992–1993 yıllarında öldürülen gazeteci sayısı 19’a ulaştı. 

     Turgut Özal döneminde yayın hayatına giren iki önemli gazete vardır. Bunlardan ilki Dinç Bilgin’in sahibi olduğu Sabah gazetesidir. Gazete, 22 Nisan 1985’te yayın hayatına başladı. Günaydın gazetesinin önemli isimlerini transfer eden gazete, kısa sürede tirajını artırdı. Gazetenin bu başarısında Rahmi Turan ve Zafer Mutlu’nun izledikleri yayın politikasının büyük etkisi oldu. Bol resim, büyük başlıklar, çarpıcı haberler, orta kültür düzeyindeki okuyucuların ilgisini çekebilecek yazılar, duygusal olaylar yayınlayan gazete, bazı dönemlerde Türkiye’nin en fazla satan gazetesi durumuna geldi. Bu dönemde Türk basını yapısal ve teknolojik bir değişime sahne olur. Cumhuriyet döneminde başlayan gazeteci-işverenler geleneği sona ererken medya organları basın dışı işverenlerin eline geçer ya da basından gelme işverenler gazetecilik dışı faaliyetlerle birleşerek gazeteciliğin zanaat dönemini kapatıp basında sanayileşme dönemini açarlar. Artık gazetecilikte temel amaç kamuoyunu bilgilendirmek değil, sanayinin ve piyasanın temel ilkesi olan arz-talep mekanizmasına uyarak daha fazla kâr etmektir. Basın kavramı yerine kullanılan “medya” kavramında sembolik olarak anlamını bulan bu değişim, hükümetle olan ilişkilerin yoğunlaşması, tekelci eğilimlerin güç kazanması ile devam eder. Bu dönemde Türk medyası ekonomik olarak dev teknolojik hamleler yaparken kendi sınırlı öz kaynaklarından çok, kamu bankaları aracılığıyla Hazine'nin kaynaklarından yararlanır. Geleneksel basın semti Cağaloğlu’ndan kent dışındaki İkitelli'ye taşınma ile ticari radyo ve televizyonların kuruluş tarihi, basın döneminden medya çağına geçişin kilometre taşı olarak kabul edilir. Bu dönem, basının medyaya dönüşme süreci olarak da ifade edilebilir.
Savaş Foto-Muhabirliği
Son zamanlarda haber örgütlerindeki değişim ve ticarileşme, savaşların değişen doğası, teknolojik değişimler olarak sıralanabilecek bir dizi değişim savaş muhabirliğinin yapılma biçiminde değişime neden olmuş ve eskisinden daha önemli hale getirdi.
Haberciliğin büyük medya holdinglerinin ve medya sahipleri ve hissedarlarının kar amaçlı etkinliklerinin önemli bir parçası haline gelmesi ve görüntünün gücüne dayalı televizyon haberciliğinin haberin yapılma biçimine baskın hale gelmesi, çarpıcı görüntü sağlayan haberleri yani şiddet olayları, savaşlar, felaketler gibi olayları öteki günlük olayların karşısında önemli kıldı. Televizyonun ardından gitmeye zorlanan basın da buna uyum sağladı. Böylece savaş muhabirliği önemli hale geldi. ki tarafı olan ve taraflardan birinin galibiyeti ile sonuçlanan geleneksel savaşlar yerine, belirsiz, düşük yoğunluklu, iki profesyonel ordu arasında değil de askerler, siviller, geçici gruplar arasında sürdürülen, katılan tüm tarafların fiziksel ve ahlaki olarak yıpranmış olduğu yeni tür savaşlar, savaş muhabirliğinin yapıldığı çevreyi değiştirdi.
Bunlar olurken savaş muhabirlerinin statülerinde de bir değişim yaşandı. Doğrudan bir basın kuruluşuna bağlı savaş muhabirleri yerine, serbest ve iş başına çalışan savaş muhabirlerinin sayısı arttı.
Teknolojik gelişmeler ise bir yandan savaşın daha dinamik ve çarpıcı bir biçimde görüntülenebilmesi ve çok hızlı bir şekilde aktarılabilmesini sağlarken diğer yandan da, savaş muhabiri dışında çatışma bölgesinde yaşayan bireylerin hepsini görüntü alan, fotoğraf çeken, yazdıkları haberleri elektronik olarak tüm dünyayla paylaşan yurttaş gazeteciler haline getirdi.
     Foto muhabirlerinin çalışma ortamını da oluşturan, savaş olgusuna yönelik düşünceleri de ortaklık göstermektedir. Buna göre savaş olumsuz ve sona erdirilmesi gereken bir olgudur. Foto muhabirleri; savaş alanlarında özellikle savaşın birincil derecede kurbanları olan sivil halk, özellikle de kadın ve çocuklar konusunda çekimlerde bulunduklarını; fotoğraf çekmekteki amaçlarının ise savaşın olumsuz taraflarını diğerlerine göstererek savaşların son bulmasını sağlamak olduğunu belirtmişlerdir. Bu açıdan hümanist perspektifle, barış için gerçekleştirilen bir savaş foto muhabirliğinden bahsetmek mümkündür. Savaşa ilişkin görüşler, foto muhabirlerinin savaşlarda etik değerler gereği olarak ilk planda barıştan yana olmaları gerektiği görüşüyle örtüşmektedir. Foto muhabirlerinin etik değerler konusunda hemfikir oldukları diğer konular ise şu şekilde özetlenebilir: Çekim öncesi ve sonrasında kesinlikle fotoğraflara müdahalede bulunmama; var olanı fotoğraflama, tarafgirlikten kaynaklı bir fotoğraflamama durumuna karşı olma; belirli bir tarafa yönelik propaganda ya da manipülasyonda bulunmama; sansür ve otosansürden olabildiğince kaçınma. Foto muhabirleri, savaşlarda yer değiştirmeden kaynaklanan hayati risk ve birçok yerde aynı anda bulunmanın imkansızlığı gibi nedenlerden dolayı sorunlar yaşandığını; bu anlamda tanımlanacak bir tarafsızlığın ise gerçek dışı olduğu konusunda ortak görüşe sahiptirler.

Teknoloji ile Haberciliğin Dönüşümü
11990’lı yılların ortasında internetin yaygınlaşamaya başlaması ile portallar hayatımızda iyiden iyiye yer etmeye başlamıştı. Genişbant bağlantı o kadar yaygınlaşmadığı için yazı ve düşük boyuttaki görseller başta olmak üzere haberler de portallar sayesinde hızla tüketilmeye başlandı.Haberciliğin dönüşümü yavaş yavaş başlamıştı. Gazetelerde bir gün öncenin gelişmelerini öğrenmeye alışmış internet kullanıcıları herhangi bir gelişmeyi anında takip eder hale geldiler. Gazeteler de web siteleri ile bu yarışa katılmaya çalıştılarsa da genişbant bağlantının hızla yaygınlaşması, kullanılan cihazların yeteneklerinin akıl almaz derece artması sonucu her zaman daha hızlıyı, daha fazlasını almaya alışmış okurların ihtiyaçlarını karşılayamadılar. Günümüzde hala çeşitli teknik ve editoryal hileler ile trafiğini arttırmaya ve çalışan geleneksel gazete web sitelerinden öte teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanan başarılı dönüşümler ve bağımsız girişimler yaygın olarak kullanılıyor. Artık mobil cihazları ile istedikleri yerden kelimeler, görseller ve canlı video yayınları ile okurlar da aynı zamanda haber üretir hale gelmiş durumda. Mobil bağlantı hızlarının artmaya devam etmesi ve cihazların yeteneklerinin artması türetici (üreten ve tüketen hedef kitle) kitlenin de yeteneklerini arttırmaya devam ediyor. Bugün Periscope’u açtığınızda binlerce canlı yayını izleyebilir, Reuters TV mobil uygulaması ile global haberleri TV’nin çok daha keyifli hali ile izleyebilirsiniz. Sadece istediğiniz kaynakları ve başlıkları reklamdan arındırılmış şekilde sunan binlerce mobil uygulamadan muhtemelen birini kullanıyorsunuzdur. Geleneksel gazetelerin web sitelerinde çıplaklık ve artık kabul görmeyen kelime oyunları yerine çok daha inovatif* dönüşümlere imza atması gerekiyor.
* İnovasyon ve İnovatif Düşünce; İnovasyon (yenilikçilik-yenilik) kavram olarak, hem bir süreci hem de bir sonucu (yeniliği) ifade eder.



1972 yılında bingöl merkeze bağlı gözeler köyünde doğdu. 

'Saha gazeteciliği bitirildi, stüdyo konukları ile gerçekler gizleniyor'


Kemal Batur
'Saha gazeteciliği bitirildi, stüdyo ile gerçekler gizleniyor'
·  MEDYA- Şerif KARATAŞ-İstanbul (Evrensel Gazetesi)

  
 10 Eylül 2018 03:40
      Flip
Uzun yıllar sahada haber takibi yapan Kemal Batur: Saha gazeteciliği bitirildi, stüdyo gazeteciliğiyle gerçekler gizleniyor.
Gazeteci Kemal Batur 2003’te 2. Körfez Savaşı ile Irak’ın işgalini haberci olarak izledi. Haber takibi sırasında bulundukları araca yapılan saldırıda Batur, elinden yaralandı, iki parmağını kaybetti. Haberci olarak takip ettiği savaştaki anılarını Musul Yanıyorken üst başlığıyla Haberciler Ateş Altında adlı kitapta topladı. Kitap Fam Yayınlarından çıktı. Kemal Batur’la kitabını konuştuk. Uzun yıllar sahada haber takibi yapan Batur, bu durumun 2007’den itibaren değişmeye başladığını söyledi. Batur, “Medyada önce arazi haberciliği bitirildi. İşinin ehli gazeteciler tasfiye edildi. Bunun yerine hiç bölgeyi gezmemiş gazetecilik türü başladı. Her şey stüdyolarda ağırlanan bu gazetecilere bırakıldı. Böylece laf kalabalığı ve manipülasyon başladı. Gerçekler halktan gizlenmeye başlandı” ifadeleriyle anlattı. Bu durumun giderek tek sesli haberciliğe doğru gittiğini de söyleyen Batur, “Muhalif basın üzerinde de inanılmaz baskılar arttı. Bunun en büyük zararını Türkiye halkı çekti, çekiyor” dedi. Batur’un sorularımızı yanıtları şöyle; 
Gazetecilik anılarınızı kitaplaştırma gereğini neden duydunuz? 
Kemal Batur
2003 Irak İşgalini bir haberci olarak yerinden izlemek ve haberleştirmek için uzun bir yolculuk yaptım. O zaman gazetecilerin Habur’dan Irak Federe Kürt Bölgesine geçişine izin verilmiyordu. Bu nedenle yasal yollarla, Nusaybin’den, Suriye Kamışlı’ya geçtim. Oradan da doğuya yolculuk yaparak Rabia sınır kapısından, Telafer üzerinden o zaman Saddam’ın denetiminde olan Musul’a ulaştım. Orada bir hafta kaldıktan sonra, Irak Federe Kürt Bölgesine ancak geçebildim. Bu yolculuk sırasında ilginç anılarım oldu. Yolculuğum daha savaş başlamadan iki ay önce gerçekleştirdim. Çünkü ABD’nin İşgale girişeceğini kestire bilmiştim. Bir ay politik ve diplomatik girişimlerden sonra, işgal başladı. Bu süre boyunca bir günlük tutarak, tarihi ile birlikte kısa notlar aldım. Bölgede tarihsel bir dönüşüme bir gazeteci olarak da tanık olmak istedim. Kitap bu notlardan çıktı. Bir gazetecilik anısı olarak, şahit olduklarımın kalıcı olmasını istedim. 
Kitabınızı 2 Nisan 2003’te Süleymaniye’de mayın patlaması sonucu yaşamını yitiren meslektaşınız BBC Tahran muhabiri Kaveh Golestan’a adanız. Siz de Musul’da saldırıya maruz kaldınız ve yaralı kurtuldunuz. Neler söylemek istersiniz? 
Uzun yıllar çatışmalı bölgeler ve Ortadoğu’da gazetecilik yaptım. Mesleğin tehlikesinin farkındaydım. Aslında savaş boyunca çok tehlikeler yaşadık. Fakat Nisan 2003’te Musul’da çatışmaların ortasında kaldık. Aracımız tarandı. Mucize eseri olarak çıkabildik. Benimle birlikte gazeteci arkadaşlarımdan da yararlananlar oldu. Zaten orada çeşitli zamanlarda beraber mesai yaptığımız gazeteci arkadaşlar hayatını kaybetti. Buna biraz da alışmıştık. Arkadaşım BBC Tahran Muhabiri Kaveh Golestan Pulitzer ödülü almış, geçmişte başarılı bir foto-muhabiri idi. Ayrıca aramızda bir dostluk oluşmuştu. İnsan olarak örnek alınacak biriydi. Süleymaniye’nin Güneyinde, Kifri denen bir bölgede, mayın patlaması sonucu hayatını kaybetti. Anısını yad etmek istedim.
‘ÇOK ZOR BİR SÜREÇTİ’
Kitabınıza anlattığınız dönem ABD’nin Irak’ı işgal sürecini de ele alıyor. Bir işgalin haberini takip etmeye çalıştınız. Mesleğinizi nasıl yapmaya çalıştınız? 
Bu süreçte Türk basınında çalıştığımız için, çok zorluklar çektik. Çünkü o zaman Türkiye ile Irak Federe Kürt Bölgesi Hükümeti arasında çeşitli sorunlar vardı. Tezkere meselesi vardı. Türk askeri bölgeye girecek söylentileri çalkalanıyordu. Bunun faturasını ise Türk basınında çalışan gazeteciler ödedik. Devamlı denetim altında tutulduk. Her yere serbestçe girmemize izin verilmiyordu. Halbuki yabancı basın daha rahat çalışabiliyordu. 
İkincisi, savaş ve işgal başladıktan sonra her sabah sıcak cephelere gidiyorduk. Bazen geceleri de çatışmaları izliyorduk. Arazi zaten mayınlarla dolu idi. Çok dikkatli olmamız gerekiyordu. Ne kadar da tedbirli olsan, neticede savaşın ortasındasın. Daha sonra kentler düşmeye başladı. Kent savaşları bir gazeteci için daha da tehlikeli oluyordu. Bütün bu kaos ve karmaşa arasında bir de haber toplama ve geçme işi ile uğraşıyorduk. Çok zor bir süreçti.
MEDYADA ÖNCE ARAZİ HABERCİLİĞİ BİTİRİLDİ
Medyanın tamamı neredeyse iktidarın kontrolüne geçtiği bir dönemdeyiz. Ve şimdi gündemin sıcak meselelerin başında Suriye var.  Irak işgali dönemi ile şimdi yapılan gazeteciliği karşılaştıracak olursanız neler diyeceksiniz? 
1994 yılından itibaren Güneydoğu ve Ortadoğu’da gazetecilik yapıyorum. 2003 Irak işgalini baştan sona izledim. Yıllarca Güneydoğu’da çalıştım. Savaştan önce Suriye’nin çoğunu dolaştım. İç savaşta da Suriye’de bulundum. 1990’larda Lübnan’da bulundum. 2006’da Lübnan’da İsrail-Hizbullah Savaşında görev yaptım. Kısmen Libya iç savaşında habercilik yaptım. Bunları şunun için söylüyorum, o yıllarda haberciliği yerinde yapıyorduk. Olanları aktarmaya çalışıyorduk. Bir örnek vereyim; 1990’lı, 2000’li yılların başında, Diyarbakır, Şırnak, Hakkari veya Cizre’de bir olay olduğu zaman, yüzlerce gazeteci bölgeye akın ediyorduk. Aylarca arazide haber takibi yapıyorduk. Bu durum 2007’den itibaren yavaş yavaş değişmeye başladı. Zamanla değişim hızlandı. Medyada önce arazi haberciliği bitirildi. İşinin ehli gazeteciler tasfiye edildi. İşten atıldı. Binlerce gazeteci işsiz bırakıldı. Bunun yerine hiç bölgeyi gezmemiş gazetecilik türü başladı. Her şey stüdyolarda ağırlanan bu gazetecilere bırakıldı. Böylece laf kalabalığı ve manipülasyon başladı. Gerçekler halktan gizlenmeye başlandı. Benim çalıştığım 1990’lı yıllarda merkez medya da dahi her görüşten gazeteciye rastlamak mümkündü. Arkadaşça yan yana çalışabiliyorduk. Bu renklilikte yok edildi. Medyanın belli ellerde toplanmasıyla ve medya patronlarının siyasal iktidarla olan ticari ilişkileri de bu süreci hızlandırdı. Sonra günümüzde gördüğümüz tek sesli habercilik anlayışı başladı. Muhalif basın üzerinde de inanılmaz baskılar arttı. Bunun en büyük zararını Türkiye halkı çekti, çekiyor. Kısmen var olan haber alma hakkı da elinden alındı. Bir gazeteci olarak bir çok yazı ve haberi batı basınından takip ediyorum. ‘Arazide olsam bende böyle yapardım’ diyorum. Fakat bunu yayınlayacak mecra yok artık. Bunun neticesinde internet haberciliği gelişti. Bir çok deneyimli haberci buralara kaydı. Bu haber siteleri veya iki, üç gazetenin de imkanları çok kısıtlı. Seslerini fazla duyuramıyorlar. İmkanlarınız olmadığı zaman teknolojik habercilikte de etkili olamıyorsunuz kısacası. Son ekonomik krizlerle birlikte özgür basının durumu da çok zorlaştı... 
Afrin’e harekat başladığı zaman, deneyimli bir gazeteci arkadaşım, ‘bölgeye girip öbür taraftan haber aktarabilir misin?’ demişti. Ben de bir çok riski alarak bunu yapabilirim demiştim. Fakat yaptığım haberleri herhangi bir basın mecrasında yayımlayabilir misin? demiştim. O da, ‘bu garantiyi veremem’ dedi. Son durum bundan ibaret. 
MEZOPOTAMYA KÜLTÜRÜNE EV SAHİPLİĞİ YAPAN MÜZELER TALAN EDİLDİ
ABD ve müttefikleri “istikrar ve demokrasi” vaadiyle Irak’ı işgal ettiler. Irak söz konusu tarihten beri deyim yerindeyse gün yüzü görmedi. O günden bugün şöyle baktığınız da neler diyeceksiniz? 
Savaşın ve işgalin bir “istikrar ve demokrasi” kandırmacası olarak yutturulması gerekiyordu. ABD ve müttefiklerini amacını bir gazeteci olarak biliyordum. Bunu günümüze kadar olan süreçte acı bir şekilde gördük. Milyonlarca insan yerinden ve yurdundan edildi. Büyük işkenceler yaşandı. Yüz binlerce insan yaşamını yitirdi. Irak’ın bütün altyapısı yok edildi. Binlerce yıllık Mezopotamya kültür hazinesine ev sahipliği yapan ülkenin müzeleri talan edildi. Bütün tarihi eserler yağmalandı. Batılı ülkelerin koleksiyonlarına taşıdı, bir şekilde. Bir de Irak’ta petrol vardı. Bunlar da Batılı petrol şirketlerine akıtıldı. Bu süreç hâlâ devam ediyor. Bir de gözden kaçan bir konu, Irak hükümeti devamlı İsrail için tehlike arz ediyordu. Ve taciz ediyordu. Bir nevi modern ve emperyalist bir haçlı seferi diyebiliriz. Tek fark bunun içinde bazı Arap ve İslam ülkeleri de vardı. Tabi ki Irak’ın bu sürece gelmesinde Saddam Hüseyin’inde büyük hatalarını gözardı etmemek gerekir.
Irak bu işgal ile birlikte teröre açık hale geldi. Bir çok el Kaide hücresi ülkeye sızdı. Mezhep çatışmaları başladı. Bu günümüze kadar devam etti. IŞİD Irak’ta büyüdü ve bütün Ortadoğu ve dünyayı tehdit edecek hale geldi. Bunlar tesadüfi sonuçlar değil tabi ki bence. Birileri bunu kurguladı. Irak’taki işgalin sonuçlarını bir nevi Suriye iç savaşında gördük diyebilirim.
ARKA PLANDA PETROL VE ENERJİ SAVAŞLARI VAR 
Irak'ın işgalinin ardından devam eden süreç Suriye’de iç savaşla sürüyor. Öncesi bir yana Irak işgalinden sonra Ortadoğu’da gerilim ve savaş eksik olmadı. Bölgede daha önce de gazetecilik yapmış biri olarak neler diyeceksiniz?
Geçmişte başlayıp Irak’tan sonra Suriye’ye kadar uzanan kan ve gözyaşının tohumları, aynı merkezler tarafından ekildi. Bugün sadece sonuçlarını yaşıyoruz. Bu süreç daha da devam edecek diyebilirim. Ortadoğu ve özelinde Suriye’de yaşananlar bir senaryonun çeşitli parçaları. Bunun plan ve projelerini batılı emperyal güçler yaptı. Finans ve lojistik desteğini bölge ülkeleri yaptı. Bunlar arasında Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler var. Tabi ki burada İsrail’in beka sorununu da unutmamak gerekir. Bunun ucu ülkemize kadar uzanıyor. Özellikle Suriye iç savaşında. Sonuçta baktığınız da bölgede Müslüman ülkelerin gençleri buna alet ediliyor. Böylece mezhepsel ve ırksal çatışmalar yaşanıyor. Bunu arka planına baktığınız zaman, durumun bir petrol ve doğal yani enerji savaşları olduğuna görebilirsiniz. Avrupa ve Batı bu savaşları kendi aralarında yüzlerce yıl denedi. İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren bunu noktaladı. Günümüzde ise aynı senaryo Ortadoğu’da sahneleniyor. Bunu görmek gerekir. Daha ne kadar süreceği de belli değil. Çünkü İslam dünyasında bir cahiliye dönemi yaşanıyor. İslam şiddet ile anılmaya başlanıyor.
Diğer taraftan baktığınız zaman, Suud ve Körfez sermayesinin büyük kısmı ABD ve Batı ülkelerinde, beraber iş ve ticaret ilişkileri var. Arap sermayesi ve zenginleri batı emperyal güçleri ile ortaklık yaparken, buna Yahudi sermayesi de dahil, Arap sokakları ve halkını bunlara karşı düşmanlık oyunu ile uyutmaktadır.


EVRENSEL GAZETESİ RÖP.
- Gazetecilik anılarınızı kitaplaştırma gereğini neden duydunuz? 
2003 Irak İşgalini bir haberci olarak yerinden izlemek ve haberleştirmek için uzun bir yolculuk yaptım. O zaman gazetecilerin Habur'dan Irak Kürk Bölgesine geçişine izin verilmiyordu. Bu nedenle yasal yollarla, Nusaybin'den, Suriye Kamışlıya geçtim. Oradan da Doğuya yolculuk yaparak Rabia sınır kapısından, Telafer üzerinden o zaman Saddam'ın denetiminde olan Musul'a ulaştım. Orada bir hafta kaldıktan sonra, Federe Kürt Bölgesine ancak geçebildi. Bu yolculuk sırasında ilginç anılarım oldu. Yolculuğum daha Savaş başlamadan iki ay önce gerçekleştirdim. Çünkü ABD'nin İşgale girişeceğini kestire bilmiştim. Bir ay politik ve diplomatik girişimlerden sonra, İşgal başladı. Bu süre boyunca bir günlük tutarak, tarihi ile birlikte kısa notlar aldım. Bölgede tarihsel bir dönüşüme bir gazeteci olarak da tanık olmak istedim. Kitap bu notlardan çıktı. Bir gazetecilik anısı olarak, şahit olduklarımın kalıcı olmasını istedim. 
- Kitabınıza 2 Nisan 2003’te Süleymaniye’de mayın patlaması sonucu yaşamını yitiren meslektaşınız BBC Tahran muhabiri Kaveh Golestan’a adanız. Siz de Musul’da saldırıya maruz kaldınız ve yaralı kurtuldunuz. Neler söylemek istersiniz? 
Ben uzun yıllar çatışmalı bölgeler ve Ortadoğu'da gazetecilik yaptım. Mesleğin tehlikesinin farkındaydım. Aslında Savaş boyunca çok tehlikeler yaşadık. Fakat Nisan 2003'de Musul'da çatışmaların ortasında kaldık. Aracımız tarandı. Mucize eseri olarak çıkabildik. Ben ve bazı arkadaşlarımız yaralandı. Zaten orada çeşitli zamanlarda beraber mesai yaptığımız gazeteci arkadaşlar hayatını kaybetti. Buna biraz da alışmıştık. Arkadaşım BBC Tahran muhabiri Kaveh Golestan’ aslında Pulitzer ödülü almış, geçmişte başarılı bir foto-muhabiri idi. Ayrıca aramızda bir dostluk oluşmuştu. İnsan olarak örnek alınacak bir arkadışımdı. Süleymaniye'nin Güneyinde, Kifri denen bir bölgede, mayıs patlaması sonucu hayatını kaybetti. Anısını yad etmek istedim.
- Kitabınıza anlattığınız dönem ABD’nin Irak’ı işgal sürecini ele alıyor. Bir işgalin haberini takip etmeye çalıştınız. Nelerle karşılaştınız? Gazetecilik mesleğinizi nasıl yapmaya çalıştınız? 
Bu süreçte Türk basınında çalıştığımız için, çok zorluklar çektik. Çünkü o zaman Türkiye ile Irak Federe Kürt Bölgesi Hükümeti arasında çeşitli sorunlar vardı. Tezkere meselesi vardı. Türk Askeri Bölgeye girecek söylentileri çalkalanıyordu. Bunun faturası ise biz Türk Basını'da çalışan gazeteciler yaşadık. Devanlı denetim altında tutulduk. Her yere serbestçe girmemize izin verilmiyordu. Halbuki yabancı basın daha rahat çalışabiliyordu. 
İkincisi, Savaş ve İşgal başladıktan sonra her sabah sıcak cephelere gidiyorduk. Bazen geceleri de çatışmaları izliyorduk. Arazi zaten mayınlarla dolu idi. Çok dikkatli olmamız gerekiyordu. Ne kadar da tedbirli olsan, neticede savaşın ortasındasın. Daha sonra kentler düşmeye başladı. Kent savaşları bir gazteci için daha da tehlikeli oluyordu. Bütün bu kaos ve karmaşa arasında bir de haber toplama ve geçme işi ile uğraşıyorduk. Çok zor bir süreçti.

- ABD ve müttefikleri “İstikrar ve demokrasi” vaadiyle Irak’ı işgal ettiler. Irak söz konusu tarihten beri deyim yerindeyse gün yüzü görmedi. Kitabınızda Türkiye’nin o dönem Mecliste Irak Tezkeresini kabul etmemesinden dolayı Türkiye’den giden gazetecilere karşı halkın bir sempatiyle baktığına dair vurgulanırız var. O günden bugün şöyle baktığınız da neler diyeceksiniz? 
Savaşın ve işgalin bir "istikrar ve demokrasi" kandırmacası olarak yutturulması gerekiyordu. ABD' ve müttefiklerini amacını bir gazeteci olarak biliyordum. Bunu günümüze kadar olan süreçte acı bir şekilde gördük. Milyonlarca insan yerinden ve yurdundan edildi.Büyük işkenceler yaşandı. Yüzbinlerce insan yaşamını yitirdi. Irak'ın bütün altyapısı yok edildi. Binlerce yıllık Mezopotamya kültür hazinesine ev sahipliği yapan ülkenin müzeleri talan edildi. Bütün tarihi eserler yağmalandı. Batılı ülkelerin koleksiyonlarına taşıdı, bir şekilde. Bir de Irak'ta petrol vardı. Bunlar da Batılı petrol şirketlerine akıtıldı. Bu süreç hala devam ediyor.
Bir de gözden kaçan bir konu, Irak Hükümeti devamlı İsrail için tehlike arz ediyordu. Ve taciz ediyordu. Bir nevi modern ve emperyalist bir haçlı seferi diyebiliriz. Tek fark bunun içinde bazı Arap ve İslam Ülkeleri de vardı. Tabi ki Irak'ın bu sürece gelmesinde Saddam Hüseyin'inde büyük hatalarını gözardı etmemek gerekir.
Irak bu işgal ile birlikte teröre açık hale geldi. Bir çok El Kaide hücresi ülkeye sızdı. Mezhep çatışmaları başladı. Bu günümüze kadar devam etti. İŞİD Irak'ta büyüdü ve bütün Ortadoğu ve Dünya'yı tehdit edecek hale geldi. Bunlar tesadüfi sonuçlar değil tabi ki bence. Birileri bunu kurguladı. Irak'taki İşgal'in sonuçlarını bir nevi Suriye iç savaşında gördük diyebilirim.

- Irak’ın işgalinin ardından devam eder süreçte Suriye’de iç savaş yaşandı. Yine dram ve trajedi yaşanıyor. Öncesi bir yana Irak işgalinden sonra Ortadoğu’da gerilim ve savaş eksik olmadı. Bölgede daha önce de gazetecilik yapmış biri olarak neler diyeceksiniz? 
Geçmişte başlayıp Irak'tan sonra Suriye'ye kadar uzanan kan ve gözyaşının tohumları, aynı merkezler tarafından ekildi. Bugün sadece sonuçlarını yaşıyoruz. Bu süreç daha da devam edecek diyebilirim. Orta doğu ve özelinde Suriye'de yaşananlar bir senaryonun çeşitli parçaları. Bunun plan ve projelerini batılı Emperyal güçler yaptı. Finans ve lojistik desteğini bölge ülkeleri yaptı. Bunlar arasında Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler var. Tabi ki burada İsrail'in beka sorununu da unutmamak gerekir. Bunun ucu ülkemize kadar uzanıyor. Özellikle Suriye iç savaşında. Sonuçta baktığınız da bölgede Müslüman ülkelerin gençleri buna alet ediliyor. Böylece mezhepsel ve ırksal çatışmalar yaşanıyor. Bunu arka planına baktığınız zaman, durumun bir petrol ve doğal yani enerji savaşları olduğuna görebilirsiniz. Avrupa ve Batı bu savaşları kendi aralarında yüzlerce yıl denedi. İkinci Dünya Savaşı'ndan itibaren bunu noktaladı. Günümüzde ise aynı senaryo Orta doğu'da sahneleniyor. Bunu görmek gerekir. Daha ne kadar süreceği de belli değil. Çünkü İslam Dünya'ında bir cahiliye dönemi yaşanıyor. İslam şiddet ile anılmaya başlanıyor.
Diğer taraftan baktığınız zaman, Suud ve Körfez Sermayesinin büyük kısmı ABD ve Batı Ülkelerinde. beraber iş ve ticaret ilişkileri var. Yani ortaklar. Buna Yahudi Sermayesi de dahil. Arap sokakları, halk ve kamuoyu ise hem İsrail, ABD ve Batı karşıtı. Özelikle halk bu şekilde uyutuluyor.Veya gerçekten böyle. Burada büyük bir çelişki var.
- Türkiye’deki medyanın tamamı neredeyse iktidarın kontrolüne geçtiği bir dönemdeyiz. Ve şimdi gündemin sıcak meselelerin başında Suriye var. Sizin görev yaptığınız Irak işgali döneminde şimdi yapılan gazeteciliği karşılaştıracak olursanız neler diyeceksiniz? Bir yanda gelişen teknoloji var. Buna rağmen yapılan gazeteciliği nasıl değerlendiriyorsunuz? 
1994 yılından itibaren Güneydoğu ve Orta doğu'da gazetecilik yapıyorum. 2003 Irak İşgalini baştan sona izledim. Yıllarca Güneydoğu'da çalıştım. Savaştan önce Suriye'nin çoğunu dolaştım. İç Savaşta da Suriye'de bulundum. 1990'larda Lübnan'da bulundum. 2006'da Lübnan'da İsrail-Hizbullah Savaşı'nda görev yaptım. Kısmen Libya iç savaşında habercilik yaptım. Bunları şunun için yazıyorum, o yıllarda haberciliği yerinde yapıyorduk. Olanları aktarmaya çalışıyorduk. Bir örnek vereyim, 1990'lı  veya 2000'li yıllarda, Diyarbakır, Şırnak, Hakkari veya Cizre'de bir olay olduğu zaman, yüzlerce gazeteci bölgeye akın ediyordu. Aylarca aracize haber takibi yapıyorduk. Bu durum 2007 yıllarında itibaren yavaş yavaş değişmeye başladı. Zamanla değişim hızlandı. Medyada önce bu tarz arazi haberciliği bitirildi. İşinin ehli gazeteciler tasfiye edildi. İşten atıldı. Bunun yerine hiç bölgeyi gezmemiş gazetecilik türü başladı. Her şey stüdyolarda ağırlanan bu gazetecilere bırakıldı. Böylece laf kalabalığı ve manipülasyon başladı. Gerçekler halktan gizlenmeye başlandı.Ardından binlerce gazeteci işsiz bırakıldı.
Benim çalıştığım 1990'lı yıllarda merkez medya da dahi her görüşten gazeteciye rastlamak mümkündü. Arkadaşça yan yana çalışabiliyorduk.  Bu renklilikte yok edildi. Medya'nın belli ellerde toplanmasıyla ve Medya Patronlarının Siyasal iktidarla olan olan ticari ilişkileri de bu süreci hızlandırdı. Sonra günümüzde gördüğümüz tek sesli habercilik anlayışı başladı. Muhalif basın üzerinde de inanılmaz baskılar gelişti. Bunun en büyük zararını Türkiye halkı çekti, çekiyor. Kısmen var olan haber alma hakkı da elinden alındı. Ben bir gazeteci olarak bir çok yazı ve haberi batı basınından takip ediyorum. Diyorum ki aslında bende bunları görebiliyorum veya arazide olsam bende böyle yazardım diyorum. Fakat bunu yayınlayacak mecra yok artık. Bunun neticesinde internet haberciliği gelişti. Bir çok deneyimli haberci buralara kaydı. Bu haber siteleri veya iki, üç gazetenin de imkanları çok kısıtlı. Seslerini fazla duyuramıyorlar. İmkanlarınız olmadığı zaman teknolojik habercilikte de etkili olamıyorsunuz kısacası. Son ekonomik krizlerle birlikte özgür basının durumu da çok zorlaştı. Teknoloji gelişti fakat insanlar pek gelişmedi. Teknolojinin tek avantajı dünyadaki haber kaynaklarını daha kolay takip etmemizi sağladı. Bunu da çok az insan verimli kullanabiliyor. Afrin'e harekat başladığı zaman, deneyimli bir gazeteci arkadaşım bölgeye girip öbür taraftan haber aktarabilir misin? demişti. Ben de bir çok riski alarak bunu yapabilirim demiştim. Fakat yaptığım haberleri herhangi bir basın mecrasında yayımlayabilir misin? demiştim. O da bu garantiye veremem dedi. Son durum bundan ibaret. 

Evrensel Gazetesi

Musul Yanıyorken, Haberciler Ateş Altında-Kemal Batur (Fam Yayınları) İstanbul


Musul Yanıyorken, Haberciler Ateş Altında-Kemal Batur
(Fam Yayınları) İstanbul

Milliyet-Kültür/Sanat


Bu  kitabın ana konusu bir habercilik hikayesi ve yolculuğudur. 2003 yılında Irak’ta yaklaşan savaş ve işgali yerinde izlemek ve görmek adına, gazatecilik  güdüleriyle yapılan bir iş çalışmasıdır…
Kitab Kuzey Irak’a yapılan zorlu ve uzun bir yolcuğu da anlatır. O yıllarda Türkiye Gazetecilerin Habur Sınır Kapısı’ndan Irak’a geçişine izin vermiyordu. Bu nedenle bir haberci olarak, Suriye, Irak (O zaman Saddam’ın denetimindeydi) Musul üzerinden Irk Kürt Bölgesi ne geçmek gerekiyordu. Bu tehliyeli yolda karşılaşılan durum ve olaylar konu edilmektedir.
2003 yılı Irak Kuzey Cephesi’nde 62 günde yaşanan diplomatik ve politik sureçlerle birlikte, sıcak savaşın cephe yönünü de gözler önüne sermekdedir.
Bir gazateci ve habercilerin sıcak çatışma bölgelerinde kalşılaştığı zorluklar konu edilmektedir..
İnsan ve gazeteci arasında yaşanılan gel-gitlerin psikolojik dengesi ile dengesizliği de konu edilmektedir.
Ayrıca o yılların konjoktürel durumuna göre, Kuzey Irak’ta çalışan Türk Basınına çıkarılan zorluklar da irdelenmektedir..
Savaş (Saddam dönemi) öncesi ve sonrası Musul’daki olayların ve çatışmalar ayrıntıları ile gözler önüne sermektedir..
Yaklaşık 20 günde askeri olarak düşen Irak’ta, özelde ise Kerkük ve Musul’da tapu ve nüfus dairelerinin yakılması ve talan edilmesine tanıklık etmektedir..
Özellikle bitmek üzere olan bir habercilik tarzının, genç gazetecilere örnek teşkil edecek ayrıntılar içermektedir.
Ayrıca Ortadoğu veya çatışma bölgelerinde çalışan habercilerin karşılaşabileceği olağanüstü durumlar, nasıl davranış ve hareket etmeleri konusunda ipucları içermektedir..
Aslında 2003’deki Irak işgalı ve kaosunun nasıl bütün Ortadoğu’ya yayıldığının temellerini de irdelemektedir…
Bu çatışma ortamlarında bir yandan haber yapma telaşı yaşanırken, vicdani ve insani durumlarla olan ikilemler de gözler önüne serilmektedir.
Kitabın ana ekseni o dönem bölgede çalışan bütün Türk Basını Gazetecilerini de konu edinmektedir.. Arkadaşlıklar, Habercilik yarışı ve rekabeti, yolculuklar ve yaşamların paylaşımını sayfalarda işlenmektedir.
Özellikle savaş bölgelerinde yapılan en küçük hataların ölümcül tehlikeler yarattığın da belirtmek gerekir..
Kitabın ana finalini ise 12 Nisan 2003’de biz gazetecilerin içinde bulunduğu basın aracının Musul’da silahlı Baas Milislerince taranmasını oluşturmaktadır..
Bu saldırı sonucu can kaybı olmazken, Muhabir-Kameraman Kemal Batur parmağını kaybederken, Kameraman Mesut Gengeç başından aldığı yara ile şans eseri kurtulmuştu. Aynı araçta bulunan Serdar Akinan ile Nevzat Bingöl çelik yelekleri sayesinde kurtulmayı başarmışlardı…
KEMAL BATUR
 1972 yılında Bingöl merkeze bağlı Gözeler köyünde doğdu. İlkokulu burada okudu. Ardından Bingöl Merkez Ortaokulundan mezun oldu. Lise eğitimini Malatya Yeşiltepe Lisesinde tamamladı. 1989-1990 öğretim döneminde Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümünü kazandı. 1990 yılında henüz üniversitede birinci sınıfta iken Sabah gazetesinde gece muhabiri olarak işe başladı. Sırası ile Sabah, ATV, Kanal D, Star TV, NTV ve Flaş TV’de muhabir ve kameraman olarak çalıştı. 2003 yılında ABD’nin Irak işgalini Sky Türk televizyonu adına izlerken Musul’da araçları tarandı. Olayda mucize eseri can kaybı olmazken Kemal Batur elinden, Show TV kameramanı Mesut Gengeç başından yaralandı. Kemal Batur 1994 yılından itibaren Ortadoğu’da habercilik yapmaktadır. Türkiye, İran, Irak, Suriye, Lübnan, Azerbaycan, Kıbrıs ve Libya’daki çeşitli haberleri yerinden izlemiştir. Gazetecilik yaşamına freelance olarak devam etmektedir,
-------------------------------------------------------------------
Bu kitabı 2 Nisan 2003 tarihinde, Süleymaniye’nin güneyinde bulunan Kifri’de mayın patlaması sonucu hayatını kaybeden BBC televizyonu, Tahran bürosunda çalışan, değerli arkadaşım Foto-Muhabir ve kameraman Kaveh Golestan’a adıyorum. Ayrıca 2003 Irak işgalini takip ederken hayatını kaybeden habercileri saygı ile anıyorum.

(Arkam Kapak yazısı)
MUSUL YANIYORKEN
"HABERCİLER ATEŞ 
ALTINDA" FaM Yayınları
Gazeteci Kemal Batur 2003 yılında II. Körfez Savaşı ile Irak'ın işgalini bir haberci olarak izledi. Orta doğu coğrafyasının bitmek bilmeyen kanlı günlerinin bir kesitine tanıklık etti, olanı biteni kayıt altına aldı. Bu kayıtlar, kuzey cephesinde (Musul, Kerkük, Süleymaniye) altmış iki günlük politik, diplomatik süreçler ile birlikte sıcak savaşı da irdelemektedir... 
Musul Yanıyorken (Haberciler Ateş Altında) kitabı, genel olarak savaşın yıkıcılığı, zor yolu ile rejim değişikliğinin anlatımı iken özel olarak gazetecilerin basın aracının Musul'da, Baas milislerince silahlı saldırıya uğradığı anın belgesidir.
Kitabın içeriği bir habercilik belgesi olmakla birlikte, günümüzde Irak'ta ve özellikle Kerkük ve Musul'da yaşananların ne olduğunun ipuçlarını da barındıran bir çalışmadır.
Kemal Batur bu zorlu habercilik yolculuğunda dolayı, Habertürk TV tarafından 2003 yılında düzenlenen "Hande Mumcu" yılın basın cesaret ödülüne de layık görülmüştür.

Özellikle bütün haberci dostlara tevsiye ediyorum
Kitap her ne kadar bir habercilik çalışması olsa da, aynı zaman Zaza Kemal'in de hikayesidir....

(Giriş Bölümünden iki başlık)

1-) Musul Yanarken: Dicle Kıyısında Kaos ve Talan

“Bu savaşın daha derin bir sonucu uluslararası yasa sisteminin yıkılması olabilir. Güvenlik Konseyi’nin Batı koalisyonunu bu olaya seyirci kalmasının sonucu, Birleşmiş Milletlerin ve hatta NATO’nun fiilen yıkılmasıdır. Batı’nın, başını çektiği dünya düzeni için kaba kuvvet kullanmadan bir daha destek bulabileceğine inanmak zordur.” Carl Johan Calleman/

11 Nisan 2003/Musul O sabah, Erbil’de bulunan basın mensupları olarak Musul’un kapısına dayanmış, içeri girmek için bekliyorduk. Tarihi kent Musul’un her tarafından dumanlar yükseliyordu. Şehirde yaygın bir şekilde talan başlamıştı. Biz basın mensupları, olan biteni şehrin Erbil tarafının giriş kısmında izliyorduk. Musul’da haberciler de dahil olmak üzere kimsenin can güvenliği kalmamış, talan ve kaos ise alabildiğine hızlanmıştı. Bir gün önce Kerkük’te yaşanan talanlar medyanın gözünden kaçmamış, dünya bu görüntüleri izlemişti. Bu nedenle peşmerge güçleri bizleri Musul’a sokmak istemiyordu. Türkiye’den bölgeye gelen gazeteciler için daha fazla zorluk çıkartılıyor, bir türlü şehre giriş izni verilmiyordu. Bizler aracın içinde şehre giriş için izin beklerken peşmergeler dikkatle bizi gözlüyordu. Birden iki İngiliz gazeteci, araçlarına atladıkları gibi peşmerge barikatını aşarak şehre doğru ilerlemeye başladılar. Peşmerge güçleri İngiliz gazetecilere karşı fazla direnç göstermeyince biz diğer basın mensupları da bu durumdan faydalanarak yola koyulduk. Tam altmış bir gün önce ayrıldığım Musul’a tekrar geri dönüyordum. Musul o sıra Saddam’ın denetimindeydi. Yol boyunca dumanlar yükseliyordu. Birçok kamu binası alevler içindeydi. Musul, şiddete teslim olmuştu. Musul halkı yıllarca baskı altında yaşamış olmanın öfkesini devleti sembolize eden yapılara yöneltmişti. En çok çocuklar dikkat çekiyordu, ama her yaştan insan bu öfkede yerini almıştı. Bizim araçta Nevzat Bingöl, kameraman Göçhan Yıldırım, yeni şoförümüz Türkmen Dilşad ve ben vardık. 1998 yılına kadar Musul’da
Irak İstihbaratı El Muhaberat’ta çalışan Dilşad, oradan kaçarak Erbil’e yerleşmişti. Musul’u çok iyi biliyordu. Musul’da “Nebi Yunus” dedikleri Yunus peygamberin basamaklı Zigurat’ı andıran türbesinin önünde durup biraz çekim yaptık. İki ay önce Musul’a ilk ziyaretimde Yunus peygamberin kocaman türbesi çok dikkatimi çekmişti. Tam altmış bir gün öncesini bildiğim, Saddam’ın sıkı denetimi altındaki Musul’da artık Saddam’ın otoritesinden kaynaklı denetim son bulmuş, sistemin göz yumduğu talan özgürlüğü başlamıştı. Çekim yaptığımız bazı yerlerde görüntü alırken, dikkat ve öfkenin bize yöneldiği anlarda oradan uzaklaşıyorduk. Hemen hemen bütün basın mensupları Musul Valilik Meydanı’nda toplanmıştık. Buraya “Ninova Valiliği” adı verilmişti. Ortalıkta hiç ABD askeri yoktu. Meydanda sadece bazı Peşmerge güçleri vardı. Burası şehrin biraz daha güvenli tek bölgesi durumundaydı. Bu noktada birçok televizyon kanalı canlı yayın yapıyor, gazeteciler çektikleri fotoğrafları gazetelerine gönderebiliyorlardı. Valilik binasının tam karşısında bulunan bankaya giren gençlerin içerideki paraları torbalara doldurup dışarıya çıktığına tanık oluyoruz. Kapıda bekleyen eli silahlı kişiler tavana ve yere ateş ederek torbalara doldurulan paralara el koyduktan sonra, torbaları bankanın kapısına gelen araçlara doldurup göndermişlerdi. Bu arada yakın çekim yapan gazetecilerin kamera ve fotoğraf makinelerini de almaya çalıştılar. Vatan gazetesinden İlker Akgüngör’ün makinesini de kapmak istediler. Ortam gazetecilerin çalışması açısından oldukça riskliydi. Musul’un her tarafından ise silah sesleri ve dumanlar yükseliyordu. 4-5 milyonluk bir şehir yanıyor ve talan ediliyordu. Savaşın bütün izleri şehirde etkisini gösteriyordu. Ben de bu esnada videofonu canlı yayına hazırlıyordum. Etrafıma gençler birikince, onları dağıtmak için bağırıp çağırıyorum -işe yarıyor tabii ki- çünkü sessiz kalırsam malzemeleri çalacaklardı. Bazı televizyon kanallarının silahlı korumaları olmasına rağmen Türkiyeli basın mensuplarında imkânlar kısıtlıydı. Meraklı Araplar ve Türkmenler arasında kalmıştık. Herkes bir şeyler soruyordu. Türkmenler, Türk askeri gelecek mi diye merak ediyor. Araplar ise tezkerenin çıkmamasından memnundu.
Ninova Valiliği önündeki kaos tüm hızıyla devam ederken medya çalışanları yayın telaşında iken, Musullular talan ve bankanın soyulması ile meşguldü. Karmaşaya bir de ezan sesi karışıyordu. Cuma namazı için ezan okunurken bankanın önüne gelen orta yaşlı bir Arap kadının soygunculara sitem ettiği, Nevzat Bingöl’ün kameraya çektiği konuşmanın tercümesi şöyle: “Ey Musullular, Musul peygamberler kentidir, âlimlerin bilginlerin yetiştiği bir yerdir. Şimdi hırsızlar kenti olmuş. Musul yiğit insanların olduğu bir şehirdi, şimdi korkakların mekânı olmuş. Şu yaptığınıza bir bakın. Musul bu hallere düşecek bir yer miydi? İlim ve aydınlığın karşılığı yağma mı olmalıydı? Bakın üzerinde Allah’ın isminin bulunduğu bayrağınızı yere attılar. Siz yağmaya dalmışsınız, bu mu sizin yiğitliğiniz? Bu mu sizin cesaretiniz? Bayrağınızı yerden kaldırın ve onun için savaşın... Yarın çocuklarınızın yüzüne bakamayacaksınız, çocuklarınıza kara bir tarihi miras bırakacaksınız.” Bu sözlerin ardından banka soygunu yapan kalabalık birden “yurtsever” kesildi ve habercilerin üzerine yürümeye, canlı yayınların kablolarını çekmeye, araçlara tahrip etmeye ve bizlere saldırmaya başladılar. Bu kargaşa ortamında hemen malzemeleri topladım. Bir ara bazı kişiler bizim araca yöneldiler. Kameraman Göçhan Yıldırım ile kaçmanın bir yolunu arıyoruz. Kaçmaya bile yer yok. Bize doğru yaklaşan gruba Nevzat Bingöl: “Biz Türk’üz, biz Müslümanız” deyince bize karışmadılar. Ama etrafımızda bulunan yabancı gazetecilere saldırıyorlardı. Çoğu, günlerce beraber çalıştığımız arkadaşlarımız olduğu için onları kurtarma ihtiyacı hissediyorsun. Musul Valilik Meydanı’ndan haberciler kurtulmanın yollarını arıyorlardı, biz de aracımıza atladık ve yavaş yavaş alandan uzaklaştık. İki aylık sürede ilk defa Irak’ta Türk gazetecisi olmanın ayrıcalığını yaşadık. Peşmerge bizi sıkı bir şekilde denetliyordu. O gün Musul’da Arapların bize dokunmamalarının en önemli nedeni ise 1 Mart 2003 tezkeresinin çıkmamasına bağlıyorum. Çünkü Iraklı Araplar tezkerenin geçmemesini, Türkiye, “işgal için topraklarını kullandırmadı” şeklinde yorumluyordu. Hatta Musullu Türkmenler bize: “Türk askeri ne zaman gelecek?” şeklinde sorular soruyordu. Irak’ta en son düşen şehirler, Kerkük ardından Musul olmuştu. Bu iki kentte çok sayıda Türkmen yaşadığından Türk basını buralara daha
önem veriyordu. İstanbul haber merkezleri, biz habercileri özellikle tapu daireleri ve nüfus müdürlükleri için uyarıyordu. Musul’da her iki daireyi bulup çekim yapmıştık. Kâğıtlar sokakta savrulurken masalar, sandalyeler ve kamuya ait birçok şey evlere doğru yol alıyordu. O bölgeden uzaklaşıp yolumuza devam ettik. İki ay önce geldiğimiz Suriye ile Musul üzerinden, Kuzey Irak’a geçince kaldığımız Burç Bağdat Otelinin önüne geldik -tabi iki ay önce Saddam dönemiydi ve bu yolu kullanırken kendimizi tüccar olarak tanıtıyorduk- hatta otelde bana ne iş yaparsın diye sıkça sorulan soruya ben de “Seyyahım” diyordum. Dicle kenarında bulunan otelin kapıları kapalıydı. Bazı camları kırılmıştı. Çalışanlar ikinci kattan dışarıyı izliyordu. Bizleri görünce hem tanıdılar hem de şaşırdılar. Çünkü gazeteci olduğumuzu bilmiyorlardı ancak kameralarla görünce anladılar. Su istedik, bize su verdiler. İki ay önce Musul’dan geçerken Türkiye’ de pasaporta işlemediğim için fotoğraf makinemi çıkaramamıştım. Halil İbrahim Gümrüğü’nde makineme el konulduğunda bir şartla makineyi vereceklerini söylediler. Musul’da makineni sat veya bırak. Aslında gümrükte makineye konmak istiyorlar. Ben de bırakmak istemiyorum. Niçin anlatıyorum bunları şimdi; Musul’da makineyi düşük bir fiyatla bir fotoğrafçıya bırakmıştım, o da: “İki ay içinde gelirsen ve makineni satmamışsam aynı fiyattan geri vereceğim” demişti. Ben de otel yakınında bulunan bu dükkâna da uğramak istiyordum. Bu yaşadıklarımı da zaman zaman arkadaşlara mizahi bir dil ile anlatıyordum. Arkadaşlar da bana takılırdı: “Kemal, Musul’a girdiğimizde bir tank ele geçirip, dükkânın önüne çekeceğiz ve diyeceğiz ki makinemizi sen mi getiriyorsun yoksa tank ile biz mi dükkâna girip alalım” diyorlardı. Tanksız gittiğimiz dükkânın kepenkleri kapalıydı, makineyi alamadık o gün. Çoğu dükkân bu yüzden açılmamıştı. Yolda kurulan barikatlar da ise talan yapanların araçlarını kontrol eden sivil bazı Musullular da vardı. Bunlar da çalınan mallara el koyuyordu... Şehirde ABD askerleri pek görünmüyordu. Kentin dışında ise Peşmerge güçleri Kuzey Iraklı Kürtlerin araçlarını arıyordu. Bir gün önce Kerkük’te yaşanan talan olayları da dünya medyasına kötü bir fotoğraf vermişti. Mesut Barzani’nin emri vardı. En azından Kerkük’te basının gözü önündeki talanların, Musul’da tekrarlanmasını istemiyordu. Peşmerge de bunun uğraşı içindeydi.

O gün yakıp yıkılan Musul’dan da sağ salim çıkmayı başardık. Erbil’e doğru yol almaya başladık. Musul ile Erbil arası araçla yaklaşık 2 saat sürüyor. Daha önce iki ilin sınırını belirleyen Kalak Köprüsü’nün bir tarafını KDP peşmergeleri, (Kürdistan Demokrat Partisi) karşı tarafını ise Saddam askerleri kontrol ediyordu. Aynı devlet içindeki iki toplumu ayıran bir nevi gümrüktü. İşte bu Kalak Köprüsü’nün bir tarafı Irak askerleri geri çekilince bombalamıştı. Bir bölümü yıkılan köprünün üzerinden araçlar geçebiliyordu. Artık iç sınırlar işlevini kaybetmişti. Bu köprüyü de geçince öğleden sonra Erbil’e vardık... Biz Erbil’de iken Nevzat Bingöl’deki uydu telefonu çalar çalmaz ben ne olduğunu tahmin ettim. Serdar Akinan’nın Irak’a girmek için İran’dan geçeceği güzergâhta, dağ başında bir gümrük daha vardı. Buranın ismi iyi bildiğimiz Kandil Dağı idi. Tam İran ile Irak arasındaki bu yolu daha çok kaçakçılar kullanıyordu. Denetimi ise PKK tarafından yapılıyordu. Nevzat Bingöl’e telefon açınca Serdar Akinan ile Mesut Gengeç’in, Kandil’de olduğunu anlamıştım. Sonra Nevzat’ın telefon konuşmasını dinleyince düşüncelerim doğrulanmış oldu. Serdar Akinan ile kameraman Mesut Gengeç, İran sınırından geçince kendilerini kamp gümrüğünde bulmuştu. Nevzat Bingöl, dağdakilere Serdar Akinan’ı bırakmaları için uğraşırken telefonda: “Onlar bizim teknik elemanlarımız. Bize teknik malzeme getiriyorlar, lütfen bırakın” diyordu. 11 Nisan 2003 akşam saatlerinde Serdar Akinan ile Mesut Gengeç Erbil’de kaldığımız otele vardılar. Nevzat Bingöl o gün Musul’da çektiğimiz görüntüleri Serdar’a da izletti. Gerçekten görüntüler Musul’un içinde bulunduğu durumu açıkça gösteriyordu. O gece bir plan yaptık. Yarın Musul’a gidilecekti. Yaklaşık iki aydır Show TV adına bölgede görev yapan kameraman Göçhan Yıldırım artık görevi yeni gelen Mesut Gengeç’e bırakacaktı. Göçhan o gün dinlenecekti. Musul’a Mesut Gengeç ile gidecektik. Göçhan iki ayı yeni doğan kızının özlemi ile geçirmişti. Savaş bölgesinde çalışan baba olmuş gazeteci arkadaşlar, en çok çocuklarını özlüyordu. Ve savaştaki çocuk görüntülerinden daha da etkileniyorlardı. Sabah olunca Musul’a hareket için hazırlık yapmaya başladık. Aslında ben o gün Kerkük’e gitmek istiyordum. Ama bu fikrimi hiç kimseye açmadım. İlk defa burada paylaşmaktayım ancak vardığımız or
tak karara göre daha da hareketli olan Musul’u seçtik. Sabah, tehlikeli Musul yolculuğumuz başladı. Ben yaralı olarak Silopi’ye getirilince yetkililer Serdar Akinan’nın tekrar hangi yoldan Irak’a girdiğini merak ediyorlardı. Ben de gelince kendisine sorun, demiştim. İşte bunun için de Serdar’ın anlatımı daha önemli. Bu bölümü ileride “Haberin İzinden Tehlikeli Yolculuk(Piranşehir, Kandil’den Irak)” başlıklı yazıda bulabilirsiniz. Bu yolculuğun hikâyesini ilk defa paylaşmış olacağız.

a-) Haberciler Ateş İçindeki Musul Yolunda
2 Nisan 2003, Erbil-Musul Hiç unutamayacağım bir tarih olan 12 Nisan 2003 Cumartesi günü Erbil’den Musul’a hareket başladı. Irak’ta tam 62 günüm olmuştu. Musul artık Saddam’ın denetiminde değildi. Bizim araçta Serdar Akinan, Nevzat Bingöl ve o gün Irak’ta ilk iş gününe çıkacak olan Kameraman Mesut Gengeç vardı, aracı yine Türkmen asıllı şoförümüz Dilşad kullanıyordu. Bizimle birlikte bir araç daha vardı; Vatan gazetesinden İlker Akgüngör ile Radikal gazetesinde çalışan Ahmet Şık ile Musul’a doğru yola çıktık. İki aydır bölgede çalışıyordum. İlk defa o gün tedirgin hissettim. Bir taraftan da kendimi teselli ediyordum: “Bir şey olmaz, Musul’a girer tekrar çıkarız” diye. Musul’a yakın bir yerde bütün medya mensupları canlı yayın araçları ile bekliyordu. Bir gün önce Musul’da saldırıya uğradığımız ve can güvenliği olmadığı için gazeteciler kent dışında kalmayı tercih etmişti.
Onların yanından geçerek Musul’un girişine vardık. Burada sadece bir Peşmerge kontrol noktası vardı. Orada durduk ve Musul’daki durumu öğrenmeye çalıştık. Gelen haberler hiç iyi değildi. Musul’un içine girmeye karar verdik. Peşmerge güçleri şehirde hiçbir can güvenliliği olmadığı konusunda bizi uyardılar.

b-) Pimi Çekilmiş Bir Bomba Olan Musul’da Can Pazarı

“Dünyamız, günahkâr düşüncenin gölgesinde kararmış, aslen yüce ruhlara ait olan bir ıstırap yeridir.” Dostoyevski

Kararımızı verdik, Musul’a girecektik. Bir gün önce geçtiğimiz yollardan geçerek Ninova Valilik Meydanı’na geldik. Yol boyunca manzara inanılmazdı. 4-5 milyonluk şehirde yağma ve yangınlar devam ediyordu. Ninova Valilik Meydanı’nda bizden başka gazeteci yoktu. Peşmerge güçleri sadece o meydanı kontrol edebiliyordu. Valilik binası içinde ise az sayıda ABD askeri vardı. Musullu Araplar meydana çıkmak için peşmerge güçlerini zorluyordu. Peşmergeler ise havaya ateş ederek Arapları meydandan uzak tutmaya çalışıyordu. Biz orada videofon ile canlı yayın için sistemi kurduk. İstanbul ile uydudan bağlantı kurduk. Böylece Musul’dan canlı yayına başladık. Serdar Akinan canlı yayın anında durumu belirtmek için: “Musul adeta pimi çekilmiş bir bomba gibi” dedi. Gerçekten durum böyle idi. Türk televizyonu olduğumuzu anlayan peşmergeler, canlı yayın devam ederken kameranın önünü kapattılar. Serdar’da yayını kesmek zorunda kaldı. Aslında gazetecilik adına iyi bir gündü. Çünkü şehirde haberciler olarak bizler ve NTV ekibi vardı, canlı yayın yapmayı da başarmıştık. Asıl beni düşündüren şey, bu karmaşanın içinden nasıl çıkacağımızdı. Düşüncemi hemen Serdar Akinan’a açtım. Yanına giderek: “Lütfen buradan çıkalım,” dedim. Serdar: “Tamam” dedi. Bu başarılı yayından hemen sonra şehirden çıkma taraftarıydım. O gün Musul’da hava çok sıcaktı. Bundan dolayı çelik yeleklerimizi giymemiştik. Hem sıcaktı, hem de çelik yelekler biraz ağırdı. Fakat Serdar Akinan çelik
yeleklerimizi giymemizi söyledi. Çelik yeleklerimizi giydik. Üzerine kan gruplarımızı yazdık. Aracımızın üzerine de kocaman TV yazısını yapıştırdık. Dicle Nehri kıyısında bulunan Burç Bağdat Oteline hareket ettik. İki ay önce Musul üzerinden Kuzey Irak’a geçerken bu otelde kalmıştık. Burç Bağdat Otelinin önüne vardığımızda ise bir karmaşa vardı. Bazı insanlar, camiler dahil talan yapmaya çalışırken, bazıları da bunu önlemeye çalışıyordu. Bizim gazeteci olduğumuzu anlayınca bir grup yanımıza geldi. O insanlar ile aramızda hararetli konuşmalar başladı. Bizim şoför Dilşat bile tartışmalara katılmıştı. Kendi kendime “Eyvah” dedim. Durum vahimdi. Bizimkiler tartışadursun, aracın içinde oturmaya başladım. Çünkü malzemeleri çalmalarından çekiniyordum. Ortam buna son derece müsaitti. O grubun içinde İngilizce bilen bir adam: “Musul’da hastane de talan edilmiş, orada yüzlerce ölü ve yaralı var. Gelin sizi oraya götürelim” dedi. Bizimkiler kabul ettiler. Daha önce savaş bölgelerinde çalışmış haberciler bana: “ Böyle yerlerde sizi şurada ölü veya yaralı var diye, oraya götürmeye çalışanlara sakın uyma” demişlerdi. Bu da aklıma geldi. Oraya gitmek istemiyordum. O gün başarılı işler yapmıştık ve bunun yeterli olduğunu düşünüyordum. Bir de kendi kendime risk hesabı yapıyordum. Gideceğim yerin haberi, aldığımız riske değmiyordu bence. İşin ucunda canımızdan olmak vardı. Yaklaşık iki aydan fazladır savaş bölgesinde çalışıyordum. Algılarım ortamı okuyabiliyordu. Bizi hastane bölgesine götürecek adamın yanında küçük bir çocuk vardı. O adam arabası ile önünüzde eskortluk yapıyordu, Ahmet Şık ile İlker Akgüngör’un arabasına da bir genç binmişti. Arkada biz, yola koyulduk. Otelin arkasından geçerken, daha önce fotoğraf makinemi rehin bıraktığım dükkânın kepenkleri yine kapalıydı. Yoldan hastaneye doğru giderken bir görüntü çok dikkatimi çekmişti. Bir kilisenin önünde rahip giysili adam, orada bulunan birkaç peşmergeden kiliseyi korumalarını istiyordu. Çünkü camilerin yağmalandığı yerde, kiliselerin hiçbir şansı yoktu. Hareketleri yardım çağrısı idi. Her neyse, biz yola devam ettik. Irak’ın tamamı düştüğü için, cephede savaşan Irak askerleri sivil giysiler ile kentlerde milis olmuştu. Musul’un Arap bölgelerini yollara yaptıkları barikatlar ile ayırmışlardı.

Bölgelerine ABD güçleri ile peşmergenin girmesini istemiyorlardı. Biz de o bölgeye doğru gidiyorduk. Savaş boyunca ABD askerleri ile peşmergenin gerisinde çatışmaları izlemiştik. Artık cephe kalmadığı için her taraf karışıktı. Biz de ilk defa karşı cepheye geçmiş oluyorduk. Her şeyden önemlisi biz onlar için yabancıydık. Gelen geçen her yabancı, onlar için düşman sayılabilirdi. Bunu da dikkate alan olmadı. Erbil plakalı araçlarımızla şehri ikiye bölen yere doğru yaklaştığımızda, ben içimden geçenleri son defa araçtaki arkadaşlarla paylaşmak istedim. İçimde kalsın istemiyordum. Dönüşü olmayan yolun başlangıcıydı sanki. Dedim ki: “Arkadaşlar, lütfen buraya girmeyelim.” Nevzat Bingöl bana dönerek “Kemal, korkuyorsan arabadan in” dedi. Cevap vermedim. Sadece kafamdan şunlar geçti: “Arabadan inersem, yabancı gazeteci olduğum için beni soyup soğana çevirecekler…” ortam böyleydi çünkü. İkincisi arkadaşlarımı yarı yolda bırakacaktım. “Eğer öleceksek beraber ölelim” dedim kendi kendime. Bizim şoför Dilşad da bölgeyi çok iyi bildiği için: “Girmeyelim” dedi. “Burası Basçıların bölgesi” diye bağırdı. Onu da dinlemedik. Geniş ve uzun bir caddenin başında ilk milislerin bulunduğu yere vardık. Bize “Buyurun, geçin” şeklinde işaret yaptılar. Dönüşü olmayan yola girmiştik artık. Cadde yarım barikatlarla bölünmüştü. Her barikatın başında yüzleri poşularla örtülü milisler vardı. S harfi şeklinde zikzaklar çizerek ilerliyorduk. Öndeki araçta Ahmet Şık ile İlker Akgüngör vardı. Oldukça yol almıştık. Önümüzdeki arkadaşların arabası sağa doğru çıkmaz bir sokağa girerek durdu. Bence o aracın şoförü bizim öne geçmemiz için böyle bir manevra yapmıştı. Biz de onların saptığı sokağın başında durduk. Bizimkiler: “Tuzağa düştük. Bizi takip edin buradan çıkalım” dediler. Yola devam ettik. Yaklaşık 200-300 metre sonra geniş bir dört yola vardık. Kısacası yüzlerce silahlı insanın içindeydik artık. Arabada şöyle bir diyalog geçti: “Nasıl olsa bunlar bizi tarayacak. En azından görüntü olsun.” Cam kenarında oturan Mesut Gengeç’in elinde küçük kamera vardı. Mesut el kamerasını açtı ve kayda başladı. Büyük kamera ise aracın içinde benim ile Nevzat Bingöl arasında duruyor. Sağ elim ile kamerayı tutma yerinden sıkıca kavramışım. Önde çelik yelek ile Serdar Akinan,

arkada ise en sağda Nevzat Bingöl, ortada ben, solumda ise elinde küçük kamera ile Mesut çekime devam ediyor. Meydanda 20-30 metre ilerledik. Bir baktım ki ara sok aklardan, binalardan silahlı adamlar çoğalmaya başladı. Ellerinde Saddam keleşnikofu denilen silahlar vardı. Yüzlerindeki ifade korkunçtu. Şoförümüz hafif bir gaza bastı. Ama hızla oradan kaçamazdık. Çünkü ilerimizde son bir barikat daha vardı ve başında da silahlı biri duruyordu. Düşük bir hız ile gidiyorduk.
c-) Kurşunlar Altında Sessiz Anlar: Haberciler Vuruldu

 “Söylemeye gerek yok, insanlık biraz da ahmakça.” Fransız Ozan François Coppee
Önce havaya doğru bir silah sesi duyduk. Ardından silahların namluları aracımıza döndü. Kurşunlar, dolu gibi aracın üzerine yağmaya başladı. Mermilerin sesi kaporta üzerinde yankılanıyordu. Tak, tak diye sesler yükseliyordu sessizliğimiz içinde... Tam bu sırada araçta biri: “Arkadaşlar yatın!” Bir ses daha: “Buraya kadar!” dedi. Kurşun sesleri ile ölüm sessizliği başlamıştı. Bence hiçbirimiz oradan kurtulacağımıza ihtimal vermiyorduk. Çünkü manzara buydu. Ne kimse bağırıyor, ne de ağlıyordu. Sadece kurşun sesleri altında sessizce ölümü bekliyorduk. O daracık tuzakta çaresizdik. Ama yavaş yavaş ilerliyorduk. Ben arka koltukta başımı yere değecek şekilde duruyordum. Aklımdan şöyle bir düşünce geçti. “Nasıl olsa üzerimde çelik yelek var ama kafamda bir şey yok. Koltuğun üzerinde tuttuğum kamerayı başımın üzerine koymalıyım ki, başımı kurşunlardan korusun.” Nedense bunu da yapmadım. Elimde ki kamerayı kolundan tutmaya devam ettim. Mesut’un elindeki küçük kamera ise kayıttaydı. Kurşunlar yağmaya devam ederken, yaklaşık ilk 50 metrede aracımız sağ kaldırıma çarparak bir an durdu. Kendi kendime: “Eyvah! Şoför öldü” dedim. Dilşad da direksiyonun altına yatmış yolu görmeden gidiyordu. İki üç saniye sonra araç tekrar yola devam etmeye başladı. Kurşunlar altında sanırım 100 metre gitmiştik. Birden silah sesleri kesildi. Kısacası ateş menzilinden çıkmıştık. O kadar kurşun yağdıran
milisler ise artık peşimizden koşmaya ve ateş etmeye gerek duymamıştı. Nasıl olsa dersimizi vermişlerdi. Ateşkes olunca hepimiz aracın içinde doğrulduk. Kim öldü, kim yaşıyor diye merak ediyorduk. Bir baktım herkes birbirine bakıyor. Kurşunlardan delik deşik olan aracımız ise son barikata doğru gidiyordu. Ben hiç acı hissetmemiştim. Bir baktım kamerayı tutan sağ elim kanlar içinde. Gelen kurşunlardan biri, nasıl olmuşsa benim ile Nevzat Bingöl’ün arasında bulunan kameranın tutma yerindeki orta parmağıma isabet etmiş. Kolu parçalamış ve alt tarafa gelen başparmağımın tırnak bölümünü götürmüş. Parmaklarımın kemiği bile gözüküyor. Kendi kendime dedim ki: “Parmağım koptuğu halde hiçbir acı hissetmedim. Başka kurşun yarası var mı?” Sol elimle kendimi yokladım. Başka yerimde kan ve kurşun izi yok. Buna sevindim tabi ki. Bu arada Mesut’un başından kan akıyor. Mesut büyük bir panik ile bağırmaya başladı. Hiç unutmam. Aracımız 200-300 metre ileride bekleyen son barikata vardı. Bizi oradan izleyen son milis, kendisine yaklaşan aracımızı dikkatlice izliyordu. Baktı ki hepimiz yaşıyoruz. Hafif bir tebessüm ile eğildi ve elindeki silah ile bize geçin şeklinde işaret etti. Bir an adam ile göz göze geldim, bizi bağışlamıştı. Bence o kadar kurşunun altından sağ çıktığımızı görünce o da bize yol vermişti. Hani derler ya “Öldürmeyen Allah öldürmez” aynen öyle olmuştu. Bu son barikatı da geçince hemen sağa döndük. Dicle Nehri üzerinde bulunan bir köprüden geldiğimiz Valilik Meydanı’na doğru yol almaya başladık. Mesut Gengeç kafasından akan kana takılmıştı. İkide bir: “Kafama bakın kafama” diyordu. Başının içinde kurşun olup olmadığını merak ediyordu. Ben kendim ile meşguldüm. Yanında oturduğum halde Mesut’un başına dokunamıyordum. Çünkü ellerim kan içindeydi. Arkadaşlar: “Güvenli bir bölgeye geçelim” diyorlardı. Az da olsa tek güvenli yer, Musul Valilik Meydan’ı idi. Mesut baktı kimse kafasına bakmıyor, elindeki küçük kameranın vizörünü yüzüne doğru tuttu. Ekranı da çevirdi. Böylece kafasını görebiliyordu. Eli ile kan akan yeri yokladı: “Kafamda kurşun izi yok
ama bu kan nereden geliyor?” dedi. Anlaşılan Mesut’un başından bir şey deri ile kemik arasından sıyrılıp gitmişti, korkulan olmamıştı. Düşündüm o an: “olan olmuş. Ağlamak sızlanmak yok. Bu durumdan en iyi şekilde sıyrılmak zorundayım.” …………………….